F. Levent Şensever
Bilindiği gibi, Montreal kentinde düzenlenen BM Biyoçeşitlilik Konferansı’nda (COP15) katılımcı yaklaşık 190 ülke, Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi çerçevesinde bağlayıcı olmayan bir anlaşmayı imzaladı. İmzalanan bu anlaşma, bilim insanları ve aktivistler tarafından bir dönüm noktası olarak kabul ediliyor. Zira söz konusu anlaşma, hayvan ve bitki türlerinden nehirlere, dağlardan tüm coğrafyalara kadar doğanın ve içerdiği her bir varlığın, insanlarınkine benzer doğal haklara sahip olduğunu tanıyan ilk uluslararası anlaşma olma özelliğini taşıyor.
Anlaşma, insan hakları, yerli halklar, yerel toplulukların hakları ve cinsiyet eşitliğini de kapsayan geniş bir çerçeveye sahip. Bundan önceki biyoçeşitlilik üzerine anlaşmalar, konuyu sadece insan hakları çerçevesiyle ele alıyordu.
Ancak, anlaşmanın katılımcı ülkeler açısından bir bağlayıcılığının olmaması, anlaşma kapsamında belirlenen hakların korunmasının ve hedeflerin yerine getirilmesinin taraf ülkelerin inisiyatifine bırakılmış olması anlamına geliyor. Oysa biliyoruz ki, kapitalist ülkeler gerek diğer ülkelerle içinde bulundukları kaynakların paylaşımına ilişkin rekabet gerekse ‘ulusal çıkar’ saikleri nedeniyle, zorunlu olmadıkları sürece sermaye sınıfının doğrudan çıkarlarına hizmet etmeyen makro düzeydeki adımları atmaktan imtina ediyor. Nitekim, BM’nin konuyla ilgili bundan önceki son anlaşması, 2010 yılında gerçekleşmiş ve bu anlaşma çerçevesinde 2020 yılına kadar türlerin yok olma hızının yarıya indirilmesi, kara ve deniz alanlarında korunan habitatların genişletilmesi gibi kararları içeren 20 hedef belirlenmişti. Ancak anlaşmanın tarafı ülkeler bugüne kadar belirlenen tek bir hedefi bile gerçekleştirmedi.
Kapitalist ülkeler, kapitalist üretim tarzı, piyasa ekonomisi ve tüketim alışkanlıklarından kaynaklı insan faaliyetlerinin, günümüzde yaşanan bitki ve hayvan türlerinin hızlı yok oluşunun başlıca sorumlusu olduğu gerçeğinin farkında oldukları kuşkusuz. Ancak buna rağmen, sorunun başlıca sorumlusu olan ülkelerin çözüm konusunda adım atmıyor olması, aktivistlerin tepkilerine yol açıyor.
Keza, bilim insanlarının yaptığı araştırmalara göre türlerin yok oluş hızı, insanların bu tür faaliyetlerinin söz konusu olmadığı doğal koşullara göre yaklaşık bin kat daha hızlı gerçekleşiyor. Gezegende yaşayan insanlar dışındaki diğer türlerin neslinin tükenmesine neden olan insan rolünün ortaya çıkardığı ahlaki sorunların yanı sıra, ekonomik saiklerle ekosistemlerin yok edilmesi, milyonlarca insanın barınma, sağlık ve beslenme gibi temel ihtiyaçlarının kaynağını oluşturan yerel habitatlar ve geçim kaynakları üzerinde de ciddi olumsuz sonuçlar doğuruyor.
Biyoçeşitlilik kayıpları tarihi boyutlarda
Biyoçeşitlilik kaybının günümüzdeki seviyesi, insanlık tarihinin en yüksek seviyelerinde. Günümüzde küresel düzeyde türlerin yok olma oranı, son 10 milyon yılın ortalamasından yüzlerce kat daha yüksek. Dünyanın birçok bölgesinde, topluluklar doğal yaşamı ciddi şekilde tehdit eden sürekli aşırı sıcaklarla karşı karşıya. Yeryüzünde, yarım asır kadar önce yaklaşık 12 milyon insan, 29 santigrat dereceden daha yüksek yıllık ortalama küresel sıcaklıklara maruz kalıyordu. 2020 yılında gerçekleştirilen bir araştırmaya göre, aşırı sıcaklara maruz kalan insan sayısının 2070 yılına kadar 3,5 milyar kişiye çıkabileceğini gösteriyor.
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres’in ifade ettiği gibi, “günümüzde insanlık, türlerin kitle imha silahı haline geldi.” Bunun önüne geçilmesinin yegane çaresi, uluslararası kapitalist sistemin üretim tarzlarının radikal bir şekilde değişmesinden geçiyor. Zira, ekonominin önde gelen başarı kriterinin gayri safi yurtiçi hasılanın sürekli büyümesi olması ve sermaye şirketlerinin kar etmeye zorlanması, tarihsel olarak daha fazla enerji tüketimi ve daha fazla sera gazları salımı anlamına gerekiyor.
Geçtiğimiz yıl, kömür ve fosil yakıtlarla yenilenebilir enerji arasında adeta bir savaşa tanık olduk. Uluslararası Enerji Ajansı’nın verilerine göre, yıl boyunca yenilenebilir enerji kaynaklarının ürettiği toplam enerji sayesinde, Almanya’nın bir yıl boyunca ürettiği 600 milyon ton düzeyindeki karbon dioksitin salımına eşit bir miktarın salımının önüne geçildi. Ancak, bir yandan da küresel doğal gaz fiyatlarındaki aşırı artışlar nedeniyle, Asya ve Avrupa ülkelerinin birçoğu yeniden rekor düzeyde kömür ve petrol bazlı yakıtlara yöneldi. Öte yandan, uluslararası petrol şirketleri hala üretimlerini artırıyor ve bir yandan sera gazlarındaki artışın sürmesine yol açarken, aynı zamanda ekosistemlerin yok olmasına da önemli ölçüde katkıda bulunuyor.
Bütün bu olumsuzlukların yanı sıra, az sayıda siyasetçinin attığı adımlar geleceğe dair umudumuzu artırıyor. Ocak ayında Brezilya’da başkan olarak göreve başlayan Lula’nın konuya ilişkin siyasi adımları özellikle dikkat çekiyor. Lula, göreve gelir gelmez kendisinden önceki aşırı sağcı başkan Bolsonaro’nun Amazon ormanlarının yok edilmesinin önünü açan politikalarını tersine çevirmeye başladı. 2000 ve 2021 yılları arasında Amazon bölgesindeki koruma altında olmayan yaklaşık 27 milyon hektarlık ormanlık alan yok edilmişti. Günümüzde Amazon ormanlarının yüzde 17’si yok olmuş ve bir diğer yüzde 17’lik kısmı ise kısmi kerestecilik, yangınlar, ormanlık alanların parçalı hale gelmesi, kötü toprak kullanımı gibi nedenlerle verimsiz hale gelmiş durumda. Uzmanlara göre, bu verimsiz hale gelmiş olan alanlar geri kazandırılabilir durumda. Lula tarafından özellikle devletin denetiminde ve koruma altındaki ormanlarla, yerli halkların yaşadıkları topraklardaki ormanların korunmasına yönelik somut adımlar atılmaya başlandı.
Ekosistemlerin korunması hiç bu kadar önemli olmamıştı
Ekosistemlerin korunması söz konusu olunca, kuşkusuz tek sorunumuz Amazon bölgesi değil. Amazon’un yanı sıra, Kongo ve Endonezya’daki yağmur ormanları da iklim değişikliği ve biyolojik çeşitlilik bakımından son derece önemli. Bu konuda da yakın zamanda sevindirici bir gelişme yaşandı: Brezilya, Kongo Cumhuriyeti ve Endonezya devlet yetkilileri, ülkelerinde bulunan yağmur ormanlarının korunması amacıyla iş birliğine yönelik bir ittifak kurdu. Öte yandan bu üç ülke aynı zamanda petrol üreticisi konumunda. Dolayısıyla, bir yandan doğayla ilgili olumlu adımlar atarken, aynı zamanda ürettikleri fosil yakıtlar ve bu değerli orman alanlarında verdikleri kerestecilik izinleriyle ekosistemin tahribatına da katkıda bulundukları unutulmamalı.
Bu gelişmelerin yanı sıra aktivistler de mücadelelerini yükseltiyor ve bir yandan da birçok anlamlı başarı elde ediyor. Bu başarılar arasında öne çıkan bir gelişme, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun “Temiz ve sağlıklı çevreye erişimin evrensel bir insan hakkı” olduğunu ilan etmesi oldu. Karar geçtiğimiz temmuz ayında 161 olumlu ve sekiz çekimser oyla alındı.
Bir yandan da akvistlerin eylem ve faaliyetleri sonucu artan baskılar karşısında, birçok bölgede yerel yönetimler daha somut adımlar atmak zorunda kalıyor. Örneğin, geçtiğimiz aralık ayının başında, Porto Riko’da 16 belediye, petrol ve kömür şirketleri ile bu şirketlerin parayla tuttuğu kişilerin, “halkı sera gazı salınımlarının maliyetleri ve sonuçları konusunda yanıltmak üzere komplo kurdukları” gerekçesiyle, organize suç işlemekle suçlayarak, haklarında dava açtı.
Davaya gerekçe olan suçların dünyanın birçok bölgesinde, özellikle de petrol devi şirketler tarafından işlendiği ve işlenmeye devam edildiğini ise aklımızdan çıkarmamalıyız.
Editörün Notu: F. Levent Şensever tarafından yazılan bu makale, ilk olarak 9 Ocak 2023 tarihinde Marksist.org sitesinde yayımlandı.