Editörün Notu: Tayvan’la ilgili F. Levent Şensever ile yapılan bu söyleşi, 31 Ağustos 2022 tarihinde Marksist.org sitesinde yayımlandı.
Ukrayna savaşı, önce tüm Avrupa’da ardından tüm dünyada askeri gerilimi körüklemişken, özellikle son bir aydır Tayvan etrafında başlayan askeri gerilimin arkasında sizce neler yatıyor?
Çin Cumhuriyeti’nin (Tayvan’ın resmi adı) uluslararası hukuk açısından konumu emsalsiz denilebilir. Birleşmiş Milletler (BM) tarafından 1971 yılından bu yana üye bir ülke olarak tanınmamasına rağmen, kendi toprakları üzerinde “normal bir ülkede” olan tüm niteliklere sahip. Ülke toprakları üzerinde hüküm ve egemenlik sahibi, ülke vatandaşlarına dünyanın birçok ülkesinde kabul gören pasaport veriyor, kendi anayasası ve yasaları var, düzenli bir orduya ve ülke toprakları üzerinde bağımsız bir otoriteye sahip. Tüm bunlara rağmen, uluslararası toplum tarafından resmen tanınmıyor. Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC), BM nezdinde Tayvan da dahil Çin’in yegane temsilcisi olarak tanınıyor. Dolayısıyla Tayvan sorununu aslında bir “statüko” sorunu olarak özetleyebiliriz. Bu durum, Tayvan konusunda Çin ve ABD arasındaki gerilimin de temelini oluşturuyor.
1992 yılında o dönem Tayvan’da iktidarda olan Kuomintang ile ÇHC arasında, iki ülke topraklarının bütünlüğüne ilişkin “Tek bir Çin” ilkesiyle ilgili bir konsensüs sağlandı. Ancak söz konusu bu topraklar üzerinde yer alan “tek Çin’i” kimin temsil edeceği konusunda bir fikir birliğine varılmadı. ABD, bu ‘Tek bir Çin’ politikası konusunda uzun bir dönem boyunca “stratejik bir belirsizlik” politikasını tercih etti. Bir yandan ÇHC’nin Tayvan üzerindeki egemenliğini resmen tanımazken, aynı zamanda Tayvan’ı da bir ulus-devlet olarak tanımadı. Tayvan ile yoğun ilişkiler sürdürürken, uluslararası ilişkilerde ÇHC’yi öne çıkardı.
Ancak ABD’nin bu yaklaşımı, Biden’ın iktidara gelişinin ardından oluşturulan yeni dış politika stratejisi çerçevesinde, Çin’in “stratejik bir tehdit” olarak tanımlanmasıyla birlikte değişti. Biden, bu yılın mayıs ayında Çin’in olası bir saldırısı durumunda Tayvan’ı savunacaklarını açıkladı. Bu ABD’nin Çin politikası açısından ciddi bir değişikliğe tekabül ediyordu. Öyle ki, ABD medyasının önde gelen birçok yayını, Biden’ın bu açıklamasını bir dil sürçmesi olarak yansıttı. Ancak, ABD’nin özellikle son dönemde attığı somut adımlar, bunun bir dil sürçmesinden ziyade, 1970’li yıllardan bu yana süren Tayvan politikasında köklü bir değişikliğe işaret ettiğini ortaya koydu.
ABD, Çin’in bahsi geçen konsensüse dayandırdığı, Tayvan Boğazı’nın kendi karasuları içinde yer aldığına dair hak iddiasını kabul etmeyerek, bu suların uluslararası sular olduğunu ileri sürüyor. Bu doğrultuda sık sık kendi askeri gemilerinin bu boğazdan seyrini düzenleyerek, Çin’in iddialarına karşı tutumunu somut bir şekilde sergiliyor.
Bu durum, Çin anakarasıyla Tayvan arasında yer alan ve yaklaşık 100 mil genişliğindeki Tayvan Boğazı’nın ortasından geçen, iki ülke arasında var olduğu varsayılan hayali bir çizgiyle ayrılmış sınırın da fiilen ortadan kalkması anlamına geliyor. Çin’in son dönemdeki Tayvan konusunda agresif tutumu bu ‘statükonun’ bozulmasından ve ABD tarafından artık eskisi gibi dikkate alınmıyor olmasından kaynaklanıyor.
Dolayısıyla, Amerikan Temsilciler Meclisi Sözcüsü Nancy Pelosi’nin Tayvan ziyareti aslında bir bahane. Bu ziyaret sonrası artan gerilim ve agresifliğin, aslında Çin ve ABD arasındaki küresel hegemonya mücadelesinin yerel düzeyde gerçekleşen yansıması olduğunu söyleyebiliriz.
ABD’nin bu konuda geri adım atmayacağı net bir şekilde görülüyor. Bu durumda, önümüzdeki dönem Tayvan konusunda çok daha büyük gerilimlerin yaşanması ve bölgede tarafların var olan durumu kendi talepleri doğrultusunda korumak veya değiştirmek amacıyla daha agresif askeri ve siyasi adımlar atmaları sürpriz olmayacak.
Tayvan Çin açısından neden önemli?
Tayvan’ın Çin açısından önemini temel olarak iki başlık altında toplayabiliriz: Birincisi, jeopolitik ve ikincisi ise ekonomik neden.
Jeopolitik açıdan bakıldığında, Tayvan’ın olası bir ilhakı, Çin’in Tayvan Boğazını da içine alan Güney Çin Denizi’nin önemli bir kısmında denetimi ele geçirmesi anlamına gelecek. Güney Çin Denizi, dünya toplam deniz trafiğinin üçte birinin gerçekleştiği bir deniz ve bu denizden yılda 3 trilyon dolardan fazla değerde ticari mal trafiği seyrediyor. Dolayısıyla bu denizin kontrolü sadece Çin’i değil, aynı zamanda bölgedeki Japonya, Vietnam, Filipinler, Endonezya ve Hindistan gibi ülkelerle birlikte, bölgeyle yoğun ticari ilişkisi olan ABD ve Avrupa Birliği ülkelerini de yakından ilgilendiriyor. Çin’in bu denizde denetimi ele geçirmesi, kendisi açısından uluslararası düzeyde stratejik bir kazanım olacak.
Ekonomik nedene gelirsek, Tayvan’ın ilhak edilmesi durumunda, Çin ekonomisine önemli bir katma değer kazandırması söz konusu. “Asya’nın Silikon Vadisi” olarak adlandırılan Tayvan’ın yarı iletken yongalar (çipler) konusunda dünyadaki konumu, bazı analistler tarafından Suudi Arabistan’ın dünya petrol piyasalarındaki konumuna benzetiliyor. Dünya çip üretiminin yüzde 63’ü Tayvanlı şirketlerin denetiminde. Telefonlardan bilgisayarlara, otomobillerden uçaklara, uydulardan füzelere kadar geniş bir alanda kilit bir bileşen olan çipler, günümüz dünyasında son derece önemli stratejik bir değere sahip.
Dünyada birçok sektörde yüzde 90’lara varan hakimiyete sahip Çin’in, dünya çip piyasasındaki payının Tayvan, Güney Kore ve ABD’nin ardından sadece yüzde 18 olduğu göz önüne alındığında, Tayvan’ın sadece bu açıdan bile Çin ekonomisine sağlayacağı stratejik katkının önemi daha iyi anlaşılır.
Bazı çevrelerin, Çin-Tayvan gerilimini ele alırken Çin’in küresel kapitalist sistemin bir parçası olması gerçeğini göz ardı ettiğini ve dolayısıyla bu ülkenin eylemlerini örtülü bir şekilde onayladığını gözlemliyoruz. Siz, Çin’in sosyo-ekonomik yapısını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Günümüzde Çin, uluslararası neoliberal düzene bütünüyle entegre olmuş durumda ve dolayısıyla ülkenin çıkarları, küresel kapitalist düzenin çıkarlarıyla doğrudan örtüşüyor. Bu bağlamda, Çin’in ABD ile olan küresel hegemonya çekişmesi, uluslararası düzeni değiştirmekten ziyade, bu düzenin liderliğinin kimin elinde olacağıyla ilgili.
ÇKP etrafında örgütlenmiş egemen konumdaki asalak bürokratik sınıf, sermaye birikim süreçlerini, siyasi yapıyı, orduyu ve toplumsal ilişkileri bütünüyle ve mutlak bir şekilde kontrolü altında tutuyor. Bir yandan işçi sınıfının örgütlenmesi ve mücadelesi partinin sıkı denetimindeki göstermelik sendikalarla kontrol altında tutulurken, Tibet, Tiananmen Meydanı ve Hong Kong direnişleri sırasında gördüğümüz gibi, en ufak toplumsal bir başkaldırı aşırı bir şiddetle bastırılıyor. İşçiler, günde 12 saate ve haftada 6 güne varan sürelerle çalışmaya zorlanırken, Uygurlar ve diğer Müslüman azınlıklara yönelik yürütülen etnik temizliğe paralel, bu azınlık mensupları köle emeğiyle zorla çalıştırılıyor. İç göçlerle kırsal kesimlerden yaşamlarını kazanma amacıyla ülkenin sanayileşmiş kentlerine göç eden 280 milyondan fazla emekçi, ülkede kendilerine yönelik uygulanan kast sistemi ve apartheid karışımı bir uygulama nedeniyle, ikinci sınıf vatandaşlar olarak birçok haktan yoksun çalışmaya zorlanıyor.
Çin’de işçi sınıfı ve diğer marjinalleştirilmiş azınlıklara yönelik uygulanmakta olan acımasız baskıları sıralamak, bu söyleşinin sınırını aşacak kadar çok. Sonuç olarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Çin rejimi, dünyanın en baskıcı rejimlerinin başında geliyor.
Tayvan’da sosyalistler kendi kaderini tayin hakkı üzerine bir tartışma sürdürüyorlar. Siz ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin Tayvan’a uyarlanabileceğini düşünüyor musunuz?
Ben kendi adıma, Lenin ve Troçki’nin geliştirdiği ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin Tayvan açısından geçerli olduğunu düşünüyorum.
Konuya ilişkin birkaç noktanın altını çizmek gerekiyor. Birincisi, kapitalistlerin ulusal sorunları çözecek kapasiteye ve iradeye sahip olmadığı, bundan önceki sayısız benzeri örneklerde görüldü. Batılı emperyalist sömürgeci ülkelerin Afrika ve Ortadoğu’da etnik kimlikleri ve kültürel değerleri gözetmeksizin cetvelle çizdikleri sınırların, daha sonra nasıl gerilimler ve çatışmalara yol açtığını hep birlikte gözlemledik. Öte yandan II. Dünya Savaşı’nın ardından oluşturulan uluslararası düzenin kurumlarının en önemlilerinden biri olan BM’nin Tayvan konusunda aldığı kararların sorunu daha da çıkmaza soktuğuna tanık olduk. Bir başka deyişle, emperyalist süper güçler meselenin çözümünden çok, sorunun bir parçasını oluşturuyor.
Bu konuda altı çizilmesi gereken önemli nokta, sorunun çözümüne ilişkin nihai kararı verecek olanın Tayvan halkının doğrudan kendisi olması gerektiği. Öte yandan, devrimci Marksistlerin özellikle kapitalist bir devletin, bir başka kapitalist ülke ile birleşmesi veya ayrışması meselesine yönelik yaklaşımında, işçi sınıfının elde edeceği kazanımlar veya kayıpları dikkate alması gerekiyor.
Bütün bunlar göz önünde tutulduğunda, her ne kadar Tayvan’daki egemen sınıf, özellikle işçi hakları ve demokrasi konusunda oldukça kabarık bir sabıkaya sahip olsa da küresel kapitalizmle bütünleşmiş ve bu sistemin devamından doğrudan çıkarı olan Çin’deki sistem değişmediği ve bu ülkede işçi sınıfının örgütlenmesi ve mücadelesi üzerindeki baskılar ortadan kalkmadığı sürece, Tayvan’ın Çin’e katılımı, Tayvanlı işçilerin büyük hak kayıplarına yol açacağı ortada.
Bu bağlamda, Tayvan’ın bir ulus-devlet olarak kaderini, bu ülkenin işçi sınıfı ve marjinalleştirilmiş azınlıkların kendi kaderlerini tayin hakkından ayırmak mümkün görünmüyor.